İlk Bültenden Merhabalar
Sevgili Okuyucu;
İlk sayıdan merhaba!
Müzik aracılığıyla kurduğumuz bağın, senin için hazırladığım haftalık bültenlerle daha da güçleneceğini umut ederek ilk bültenimi paylaşıyorum. Hayata, sanata, psikolojiye dair yazılarımı, müzik, kitap, dizi/film önerilerimi bulabileceğin bu bültenin ilk sayısında iyi hissetmek ve kaygılarımızdan bahsedelim istedim...
İlk Bültenden Merhabalar
Sevgili Okuyucu;
İlk sayıdan merhaba!
Müzik aracılığıyla kurduğumuz bağın, senin için hazırladığım haftalık bültenlerle daha da güçleneceğini umut ederek ilk bültenimi paylaşıyorum. Hayata, sanata, psikolojiye dair yazılarımı, müzik, kitap, dizi/film önerilerimi bulabileceğin bu bültenin ilk sayısında iyi hissetmek ve kaygılarımızdan bahsedelim istedim...
Öncelikle merak etme! Sürekli olumlu düşünmemizi söyleyen o sinir bozucu insanlardan olmayacağım:) ''Aman canım bunda üzülecek ne var, sıkma canını, haline şükret'' gibi tavsiyelere başlayanlar var ya hani! Böyle olunca insan anlaşılmadığını ve acısının küçük görüldüğünü hissediyor. Yani zaten o anda kötü hissediyoruz, üstüne bir de üzülmeye değmeyen bir şeye üzülmekle suçlanıp, daha da kötü hissediyoruz.
Gerçi itiraf etmeliyim, ben de zaman zaman yapıyorum bunu başkalarına. Çünkü aslında hiçbirimiz tam anlamıyla mutsuz olan birinin acısıyla ne yapacağımızı pek bilmiyoruz. Çaresizce oturup kalmak yerine, en kestirme çözüm olarak da o kişiye olumlu düşünmesini, kafaya takmamasını öneriyoruz.
Yani aslında bir insan, diğerine olumlu düşünmeyi tavsiye ettiğinde bu genellikle ona yardım etmek için değil, kendi hissettiği rahatsız halden, ne yapacağını bilememe halinden kurtulmak için oluyor.
UZMANLAR NE DİYOR?
Son dönemde okuduğum psikoloji makalelerine göre de olumlu hissetme akımları ve dayatmaları gerçekten bizleri iyileştirmiyor, mutsuz ediyor. Çünkü bu şekilde duygularımızdan korkmaya ve kaçmaya başlıyoruz.
Sürekli pozitif hissetmenin önerilmesi, aslında kötü hissetmenin doğru olmadığı fikrini dayatıyor bize. Bu yüzden çoğumuz olumsuz bir ruh haline girdiğimizde, bunun yanlış ve sağlıksız olduğuna ve mümkün olan en kısa sürede bundan kurtulmamız gerektiğine inanır olduk. Kaçan kovalanır derler ya, biz kaçtıkça da duygular bizi daha çok kovalıyor.
Ama asıl soru şu, duygularımızdan kaçmalı mıyız?
Tamam ben de üzüldüğümde hemen geçsin istiyorum ama işte asıl yanlış olan bu olabilir mi? Çünkü bazen yaşam olumsuzdur ve doğal olan da olumsuz durumlar karşısında olumsuz hissetmektir. Onları kovalamak, yok etmeye çalışmak değil. Asıl bu kaçma ve yok etme hali bize iyi gelmiyor.
KAYGILANMAK NORMAL Mİ?
Ben kaygı dozu çok yüksek bir evde büyüdüm. Her konuyla ilgili yoğun endişe duyan annemin üzüntüsünü gördükçe, kaygıyı büyük bir düşman olarak kodladı beynim. ''Kaygı duymamam lazım, annem gibi olmamam lazım, acı çekmemem lazım'' gibi... Çünkü kaygı kötü hissettiriyordu. Kötü hissetmek istemiyordum. Kaygı ve korku benim için öcüydü...
Ama kaçmak tabii ki işe yaramadı. Ergenliğimde zaman zaman çok içim daralır, yoğun kaygı yaşardım.
Hemen şu düşünceler gelirdi aklıma: Eyvah kaygı hissediyorum (yani eyvah öcü geldi), ya kötüleşirsem, ya bu artarsa, ya dayanamaz hale gelirsem... Ve bu düşünceler git gide kalabalıklaşırdı. O zaman da tabi ki daha kötü hissederdim, kötü hissettiğim için de daha hızlı kaçmak isterdim, kaçmak istedikçe de daha fazla gömülürdüm bataklığa.
Oysa zaman zaman endişelenmeyi, kaygı hissetmeyi doğal görebilseydim, onu öcü gibi etiketlememiş olsaydım, bu denli yan düşünce de türetmeyecektim. Beni kötü hissettirenler asıl bu yan düşüncelerdi... Olumsuz duyguları ve düşünceleri, korkunç ve yok edilmesi gereken şeyler olarak etiketlememdi.
E PEKİ NE YAPALIM?
Psikoloji uzmanları diyor ki kronik olarak duygularıyla mücadeleleri olan insanlar kendilerini, özellikle de kendi acı verici duygularını çok acımasızca yargılarlar. Korkumuzu, üzüntümüzü, öfkemizi bir sorun olarak ele aldığımızda (yani onu düzeltmeye, kontrol etmeye, yönetmeye çalıştığımızda beynimizi kendi duygularımızı bir sorun olarak algılaması için eğitmiş oluyoruz. O da buna daha fazla endişeyle cevap veriyor. Çünkü sorunlar karşısında endişelenmesi normal!
Kendimizi yargılamaktan ziyade, acı verici duygularımıza öz-şefkat uygulayabilmek o yüzden çok önemli. Çünkü kötü hissetmek, kaygılanmak, korkmak ne bizim bozuk, ne hasta, ne de kötü olduğumuzu gösterir.
Sanırım en doğrusu, duygularımızı yargılamadan gözlemlemeye çalışmak. Yani anlamaya ve onlar hakkında yargıçlık yapmadan sadece hissetmeye... Üzgünsek, üzgünüz diyebilmek... Üzgün hissetmek zaten kendi başına zor. Bir de üzgün hissediyoruz diye fazladan utanç, suçluluk, endişe duyarsak, zorluğu kendi elimizle artırıyoruz. Daha az üzülmeye çalışmak çözüm değil. Çözüm, üzüntü ile daha iyi bir ilişki kurabilmek, barışmak, ne anlattığını anlamaya çalışmak... Hoşgeldin hüzün, gel biraz dertleşelim diyebilmek...
Tabi ki olumlu düşünmek, kötünün bile iyi yanlarını fark etmek, felaket tellallığı yapmadan, acı obezlerine dönüşmeden umutla yaşayabilmek güzel bir özellik. Ama bunu takıntı haline getirmek, olumsuz düşünceden kaçar olmak, faydadan çok zarar getiriyor.
Çünkü karanlık olmadan yıldızları göremiyoruz... Yani karanlık, her zaman kötü olmaktan ziyade bazen iyiyi görebilmemiz için bize arka fon oluşturuyor. Ayrıca yıldızın iyi , karanlığın kötü olduğu da değişken değil mi? Belki de dipsiz karanlığı huzurla izlemek isteyen biri için de yıldızlar gök yüzünün lekeleridir:)
HAFTANIN BİLGELİĞİ
Amerikalı psikolog Abraham Twerski'nin bir söyleşisini dinledim. Kendisi ıstakozun sert bir kabuk içinde yaşayan narin, yumuşak bir hayvan olduğundan bahsediyor. Ve işin tuhaf tarafı, ıstakozun kabuğu hiçbir zaman büyümüyor. O yüzden ıstakozun kendi büyümeye başladığında, o kabuk ona dar gelmeye ve sıkıştırmaya başlıyor.
Twerski diyor ki huzursuzlanan ve darlanan ıstakozumuz, eğer bir insan olsaydı muhtemelen asla büyüyemezdi. Çünkü kendini rahatsız hisseder hissetmez, antidepresanla, alkolle, alışverişle, bilgisayar oyunları ya da tiktokla kendini uyuşturacaktı... Ama Istakoz öyle yapmıyor. Konfor alanından çıkıyor, bir kayanın altına giriyor ve dar gelen kabuğunu canı yansa da atıyor. Sonrasında kendi bedenine, özüne uygun yeni bir kabuk oluşturuyor.
Biz de büyüdükçe, ıstakozlar gibi sıkışmaya başlarız, dünya bize dar gelmeye başlar. Yani aslında büyümemize neden olan şey, kendimizi rahatsız hissetmemizdir. Bize yeniyi, daha iyisini, güzelini arattıran, kabuğumuzu kırdırtan içimizdeki huzursuzluktur, kaygıdır. Olumlu düşüneyim diye sürekli o huzursuzluktan kaçar ve o kaydının bize ne anlattığını dinlemezsek, büyümemiz de mümkün değil.
HAFTANIN SÖZÜ
''Nasıl bir meyvenin çekirdeği, kalbi güneşi görebilsin diye kabuğunu kırmak zorundaysa, siz de acıyı bilmelisiniz''
- Halil Cibran
HAFTANIN TAVSİYESİ
Hemen umutsuzluğa kapılmayalım. Belki de hayatın derdi bizi düşürmek değil, kalkmayı öğretmektir. Zorluklar, ruhumuzun antrenman salonudur belki de. Ağırlık kaldıranlar, kol kası yaparken, biz de ruh kaslarımızı zorluklar sayesinde yapıyoruz...
HAFTANIN ŞARKISI
Kaygılı hissettiğinde sana iyi gelmesini umduğum bir şarkım var. Adı üstünde Umudum Var:) ''Bazen dünyam zorluklarla, yalnızlıkla ağlar... Bazen dünyam yıkılsa da ben kalkarım bir daha!'' diyorsan sen de, haydi gel beraber söyleyelim;)
Sevgili okuyucu;
Bültene destek olmak istiyorsan lütfen profilinde, sayfalarında, gruplarında paylaş. Ailemiz büyüsün:)
Sevgiler, iyi haftalar.
Not: Eğer senin de kaygılar, pozitif düşünmek, hayatta karşılaştığın zorluklar ve mücadelenle ilgili benimle paylaşmak istediklerin varsa lütfen bulten@aydilge.net adresine mail at.
Sizden gelenler köşesinde bazılarını yayınlamaya başlayacağım.